Kimse veremez
Kimse sana özgürlük veremez. Kimse sana eşitlik veya adalet veya başka birşey veremez. Eğer adamsan, sen alırsın.
Tutunamayanlar'dan Tutanaklar II
“İnsan üstünlüğü en az erkek üstünlüğü kadar yalandır. Goriller insanlardan daha güçlü ve bir o kadar da yumuşak huyludurlar; çitalar süratli ve zarif; yunuslar şen ve coşkundurlar. Mor ötesi ışığın farkına varan, açı ve mesafenin dansını eden arılar; sonsuz çeşitlikte tropik renkler içinde yüzerken eş zamanlı olarak ileriyi, yukarıyı, aşağıyı, ve arkayı gören balıklar; dünyanın manyetik alanını hisseden ve sürülerinin geri kalanıyla ritim halinde uçan yerkürenin üzerinde seyir halindeki kuşlar; on yıllar boyunca okyanusun engin genişliklerinde yaşayan deniz kaplumbağaları – onların bilgeliği ve vizyonu nedir?Diğer hayvanlar farklı bilgi tarzlarına sahiptir.”
-Joan Dunayer, “Seksist Kelimeler, Türcü Kökler”
Partizan
Gırtlağımda bir harf büyüyor
buna dayanacağım
dişlerim kamaşıyor yıldızlardan
buna da.
Kabaran bir çarpıntı oluyor şehir.
Artık yırtarak açtığımız zarflarda
ne kargış ne infilâk
yalnız
koynunda çaresiz, çıplak
isyan işaretleri taşıyan
bir ergen cesedi.
Kabaran bir çarpıntı oluyor şehir
uyusam bir dağın benimle uyuduğu oluyor
her gün şehrin ortasında bir ergen ölüyor
domuzuna ölüyor bankerlere durarak
noterden onaylı kâğıtlara durarak
mevlit ilanlarına durarak.
Yunmadık saçlarını okşuyoruz, yavrum.
—Yüzümüzde dolanan bir mayhoş kahkaha-
Gırtlağımda bir harf büyüyor
gırtlağımızda.
Sarp bir güvercin düşüyor yüreğimden
buna dayanmalıyım
ölünce bir partizan gibi ölmeliyim
sabahın kuşluk vaktine savrulan
savrulan savrulan ergen ölüleri gibi.
Şehrin şarkısını söylediğim zaman
yağız bir kımıltı oluyor sesim
korku ve cüzam
korku ve cüzam
korku...
Ne beklenebilir artık namlulardan.
Harçlar karılmış duruyordur
hem de kara
bir gerdek olarak yaşıyoruzdur kendimizi
ne beklenebilir.
Yırtarak açtığımız zarflarda
büyük tecimevlerinde, büyük çarşılarda
pokerde-sinemada-genelevlerde
ne bir suçlu çağrışımı, ne karabasan
yalnız o herkesler
o herkesler kendine akarak boğulan
ve sürdüren bir güleç kocamışlığı.
Bereketli kuşlar serpeceğim ayaklarıma
genzimi yakarak
bir cinayet türküsü söyleyeceğim ben de
ölürsem bir partizan gibi öleceğim
azgın bir gebelik halinde.
Beni dinmeyen bir mavilik kanırtıyor
buna dayanamam
bir çeteci dişleriyle söküyor kanımdaki çiviyi
buna da.
Radyodan silâh sesleri geliyor
ter kokusu geliyor, ayak
aksayan bir şey örtüyor
yüreğimin kabzasını
olmadık sesler geliyor radyodan
beynimde korkunç bir vida olarak
ergen ölüleri
artık ellerimi bu rahlelerden ayırsam
boyunbağımın ve gülüşümün o kirli
rahatlığından, yırtık uğultusundan şehrin.
Umudunun ayak seslerini okşuyoruz, yavrum.
Kuşandığımız
bu alkol kokusu bize ne getirdi ki!
ÇIKSAM
gök
şarlayarak devrilse ardımdan
-ölürsek bir partizan gibi ölmeliydik-
yürüsem parçalanmış bir ceset tazeliğinde
yürüsem beynimde kıpkızıl bir serinlik
sonra denizler devirebilirim dudaklarımdan
sonra aşk, sonra dirlik: partizan
---
Hey gidi İsmet Özel, sen ne güzel bir abimizdin.
Eskilerden Bir Yoldaş
1894 yılının Şubatında Paris'teki Cafe Terminus'a bomba attıktan sonra giyotine gönderilen Emile Henry'nin mahkemede yaptığı konuşmanın son paragraflarıdır:
...Belki de sadece yasaları koyan milletvekillerine, bu yasaları uygulayan hakimlere ve bizi tutuklayan polise saldırmalıyız? Bu fikre katılmıyorum. Bu adamlar sadece birer araç. Kendi adlarına hareket etmiyorlar. İşlevleri burjuvazi kendini savunsun diye kurumsallaştırılmıştır. Sizlerden daha suçlu değiller. Herhangi bir büroya sahip olmayan, ama paylarını tahsil eden ve işçilerin alın terinden kar ederek tembelce yaşayan iyi burjuvalar da misillemelerden kendi paylarına düşeni almalılar. Sadece onlar da değil; mevcut düzenden memnun olanlar, devletin faaliyetlerini alkışlayarak bunlara ortak olanlar, ayda üç yüz beş yüz frank kazanan ve insanlara yönelik nefretleri zenginlerden daha yoğun olanlar, her zaman en güçlünün tarafını tutan o ahmak ve gösterişçi insan kalabalığı; başka bir deyişle Terminus ve diğer büyük kafelerin günlük müşterileri!
İşte bu yüzden rasgele saldırdım ve kurbanlarımı seçmedim! Burjuvazi ıstırap çekenlerin artık bıktıklarını anlamalı; dişlerini gösteriyorlar ve siz onlara vahşice saldırırsanız onlar daha da vahşice karşılık verecekler. İnsan hayatına saygı duymuyorlar; çünkü burjuvazi insan hayatını umursamadığını gösterdi. Kanlı haftanın sorumlusu suikastçıların ve diğer insanları suikastçı olarak gören Fourmies'in hayatına saygı duymuyorlar.
Sevdiğimiz kişilerin kadın ve çocuklarına kıydıkları için burjuva kadın ve çocukların canını bağışlamayacağız. Evlerinde ekmek olmadığı için varoşlarda kansızlıktan yavaş yavaş ölen çocukları; yoksulluktan fahişelik yapmak zorunda kalmazlarsa şanslı sayılan ve günde kırk sous kazanmak için atelyelerinizde beti benzi atan kadınları; tüm yaşamları boyunca üretim makinesi haline getirdiğiniz ve güçleri tükendiğinde çöplüğe veya düşkünler evi attığınız yaşlı adamları masum kurbanlar arasında saymamalı mıyız?
Burjuva beyler en azından kendi suçlarınızı itiraf edecek cesareti gösterin ve bizim misillemelerimizin tamamen meşru olduğunu kabul edin.
Tabii ki, herhangi bir yanılsama içinde değilim. Eylemlerimin henüz onlara hazır olmayan kitleler tarafından anlaşılmayacağını biliyorum. Uğruna savaştığım işçiler arasında bile gazetelerinizle yanlış yönlendirilen, beni düşmanları olarak görecek bir çok kişi olacaktır. Ancak bu sorun değil. Ne herhangi birinin yargısıyla ilgileniyorum, ne de eylemin propagandasını yapanlarla dayanışmaya girmeyeceğini ifade etmekte acele eden ve kendisine anarşist diyen insanlar olduğundan habersizim. Onlar teorisyenler ve teröristler arasında ince bir ayrım yapmanın yollarını arıyorlar. Kendi yaşamlarını riske atmaktan o kadar korkuyorlar ki, eyleme geçenleri yadsıyorlar. Fakat devrimci hareket üzerindeki etkileri bir hiçten ibaret. Bugün alan eyleme açıktır; zafiyetsiz ve geri adım atmadan.
Rus devrimci Alexander Herzen bir keresinde şöyle demişti: "İnsan şunlardan birisini seçmek durumundadır: suçlanmak ve ileri doğru yürümek veya özür dilemek ve yolun yarısından geri dönmek. Ne özür dilemeye ne de geri dönmeye niyetliyiz. Faaliyetlerimizi özgür bir dünyanın yaratılmasıyla taçlandırana kadar, çabalarımızın hedefi olan devrime doğru yürüyeceğiz."
Burjuvaziye açtığımız acımasız savaşta merhamet dilemiyoruz. Ölüm veririz ve ona nasıl tahammül edeceğimizi de biliriz. Bu yüzden vereceğiniz karar benim için bir şey ifade etmeyecek. Keseceğiniz en son kellenin benimki olmayacağını biliyorum, kestiğiniz diğer kafalar düştükçe, yokluk çekenler Terminus ve Foyot gibi muhteşem kafe ve restoranlarınızın yolunu öğrenmeye başlıyorlar. Kanlı ölüm listesine başka isimler ekleyeceksiniz. Chicago'da asıyor, Almanya'da kelle uçuruyor, Jerez'de boğuyor, Barcelona'da vuruyor, Montbrison ve Paris'te giyotine gönderiyorsunuz; ancak hiçbir zaman anarşiyi yok edemeyeceksiniz. Onun kökleri çok derinde. Anarşizm çürüyen ve birbirinden ayrı düşen bir toplumun kalbinde doğar. Kurulu düzene karşı vahşi bir tepkidir. Otoriteye saldıran tüm eşitlikçi ve özgürlükçü idealleri temsil eder. Her yerde ve bu nedenle de kontrol altına alınmasını imkansız. Sizi öldürerek bitecek.
(İdam edildiğinde yirmi iki yaşındaydı.)
Kitaplar
El-Hayatî'nin kitaplarla ilgili yazdığı müthiş paragrafı herkes bilir. Zaten El-Hayatî hakkında bildiğimiz tek şey o paragraf. Ayrıntı yayınları sağolsun, ne diyelim. Paragrafı hatırlamak istedim:
"Kitaplarla yeni hayatlar kurulmaz; ütopyalar yaşanmaz; toplumsal hareketler doğmaz.
Kitaplar cevap vermez, sorusu olanlarla konuşur. Onları soru-cevap yalnızlıklarından kurtarır.
Kitaplar kişiyi çoğaltmaz. Mahremiyeti artırır.
Kitaplarla hayat hissedilmez, anlaşılabilir belki.
Kitaplar, kendisiyle, Öteki'yle, hayatın seçilmiş bir boyutunda sahiden buluşmak isteyenler ve bunu gerçekleştirmek amacıyla sahiden çaba gösterenler için basit yol göstericilerdir.
Kitaplar, öteki dünyada ödüllendirilme beklentisine dayanan dinsel ahlâkla yetinmeyerek daha insanî derinliklerin peşine düşenler için dünya bilgisini edinme ve hayal etme kapasitesini zorlama araçlarıdır.
Kitaplar karşı ve yana olmayı seçenler için vardır.
Ya da sıkılanlar için basit vakit öldürücülerdir."
Abdûlgaffar El-Hayatî
Ahmaklar Gemisi
Böyle salak saçma tartışmalara dalmışken ben, Ahmaklar Gemisi'ni okumak pek iyi geldi. Kaczynski o kadar güzel açıklamış ki.. Kamarot ne diye isyan ediyordu:
Sumaca
Bir kitabı yarılamak. Kalkmak. Bir şişe ucuzundan şarap açmak. Çoktandır el sürülmeyen bir kitabı raftan almak. Sayfalarını çevirmek. Rastgele bir paragrafı okurken bu paragrafın değerini daha önce farketmediğini düşünmek. Kitabı yerine koymak. Eski kitaba dönmek. Kafanın karışıklığı.. Kitabı kapayıp raftaki kitaba geri dönmek. Yine aynı paragrafı okumak. Kapamak. Dolaşmak. Bir sigara yakmak. Geri dönüp yine o paragrafı okumak. Kum torbasıyla oynaşmak. Sonra yine o paragrafı okumak. Müzik dinlemek. Yerinde duramamak. Sonra o paragrafı kağıda geçirip duvara asmak. Diğer kitabı bitirmeye çalışmak. İçin rahat etmemesi. O paragrafı bir sürü kağıda daha yazıp bir sürü duvara daha asmak. Hava soğuk.. İç devinimler yüzünden terlemek. "Bir konu bu kadar mı güzel anlatılır, bu kadar mı insanın içine işler.. Ne kadar naif, ne kadar usta.." diye düşünmek. Daha önce sayısız kez hayran olunan yazara bir kez daha hayran olmak.
Bunun bende şu anki karşılığı budur:
"Sahip olma hazzı da sürme isteğinin bir başka biçimidir; aşkın güçsüz sayıklamasını oluşturan da budur. Hiçbir varlık, hatta en sevileni ve sevginize en iyi karşılık vereni bile, hiçbir zaman bizim değildir, sevgililerin bazı bazı ayrı olarak öldükleri, ama her zaman bölünmüş olarak doğdukları bu acımasız yeryüzünde, bir varlığa tümüyle sahip olma, bütün yaşam süresince onunla saltık bir kaynaşma olanaksız bir gerekliliktir. Sahip olma eğilimi o denli doymak bilmez bir eğilimdir ki, aşkın ölümünden sonra da yaşayabilir. O zaman sevmek, sevileni kısırlaştırmaktır. Bundan böyle, yalnız sevenin yüz kızartıcı acısı, artık sevilmemekten çok, ötekinin hala sevebileceğini, seveceğini bilmekten ileri gelir. Son noktada, çılgınca bir sürme ve sahip olma isteğiyle yanan her insan, sevmiş olduğu kimselerin kısırlaşmasını ya da ölmesini diler. Gerçek başkaldırıdır bu. Varlıkların ve dünyanın hiç mi hiç el değmemişliğini bir kez olsun istememiş, bunun olanaksızlığı karşısında özlemle, güçsüzlükle titrememiş olanlar, sonra, hep o eski saltlık özlemlerine düşe düşe, yarı yükseklikte sevmekten yıkılmamış olanlar, başkaldırının gerçekliğini, yıkma azgınlığını anlayamazlar. Ama varlıklar her zaman kaçar elimizden, biz de onlardan kaçarız; sağlam köşeleri yoktur ki tutasın. Bu açıdan yaşam 'biçem'sizdir. Durmamacasına biçimin ardından koşup da onu hiç bir zaman bulamayan bir devinimden başka bir şey değildir. İnsan bölünme içinde, kral olacağı sınırları verecek olan bu biçimi arar boşu boşuna. Bu dünyada tek bir canlı nesne biçimi olsun, uzlaşacaktır!"
Ben Hasta Bir İnsanım
Ben hasta bir insanım. İçi öfke ile dolu çekilmez bir insanım ben. Öyle sanıyorum karaciğerimde bir sorun var. Aslına bakarsak hastalığımın ne olduğunu bilmiyorum. Dahası, neremin ağrıdığını bile bilmiyorum. Tıp bilimine ve doktorlara çok büyük saygı duyduğum halde tedavi olmak için kılımı bile kıpırdatmıyorum. Ayrıca tıbba saygı duyacak kadar boşinançlarım da var. (Çok iyi bir öğrenim gördüm; boş inançlarımın olmaması gerekir ama ne yapayım, inanıyorum işte.) Yalnızca inadım yüzünden tedavi olmak istemiyorum. Sanıyorum siz bunun neden olduğunu anlayamazsınız. Ama ben çok iyi anlıyorum. Bendeki huysuzluğun kimin canına okuyacağını söylemeyeceğim elbette. Bunu ben de bilmiyorum ki. Ama tedaviden kaçarak doktorlara bir kötülük yapmadığımı, kötülüğü yalnızca kendime yaptığımı çok iyi biliyorum. Bildiğim halde, sırf inadım yüzünden tedavi görmüyorum işte. Karaciğerim fena halde ağrıyor, varsın daha kötü ağrısın!
Hapishane-Polis-Suç
Hapishane rejimine hangi yenilikler getirilirse getirilsin, hapishaneden çıkanın yeniden suç işlemesi sorunu, önemini kaybetmiyor. Bu kaçınılmaz: Ancak şöyle olabilir; hapishane insanın topluma uyumunu sağlayan tüm niteliklerini öldürür. Onu, tekrar hapishaneye dönecek türdan bir insan yapar...
Her hapishanenin başına bir Pestalozzi getirilmesini önerebilirim... Hatta mevcut gardiyanların, eski polis ve eski askerlerin yerine altmış Pestalozzi'nin getirilmesini önerebilirim. Ama, diye soracaksınız, o kadar çok Pestalozzi'yi nereden bulacaksın? Yerinde bir soru. Büyük İsviçreli öğretmen, en başta, tüm hapishaneler ilke olarak insanı özgürlükten mahrum bıraktığı için, kesinlikle bir hapishane gardiyanı olmayı reddederdi. Bir insanı özgürlüğünden mahrum kıldığınız sürece, onu daha iyi biri yapamazsınız. Suçu alışkanlık haline getirmiş suçlular yetiştirirsiniz.
Toplumumuzda, gerçek tehlikelere oranla çok abartılmış, büyük bir endişe ve korku var. İnsanlar savunmasızlıktan korkuyorlar. (Bu da başka bir alanda insanların neden silahsızlanma fikrini kabul edemediklerini açıklıyor; insanlar gerçekten savunulduklarını sanıyorlar.) Suç konusuna genel olarak sürekli kafa yorma ve gösterilen bu ilgi, gerçekten de, toplumun suçlularını yalnız yaratmadığı, aynı zamanda onlara ihtiyaç duyduğu ve sonuç olarak sapkın bireyleri suçlu rolü "oynamaya" ittiği yolundaki psikoanalitik teoriyi de doğruluyor gibi.
Belki de Herşey Açık.. Tıkanalı Çok Oldu
Nestor Mahno ve Ukrayna İsyanı
Mahnovistler kimlerdir? Mahnovistler, 1918'de Ukrayna'da Avusturya-Alman, Macar ve Hetman burjuva egemenliğinin baskılarına karşı başkaldıran köylü ve işçilerdir. Mahnovistler, Denikincilere ve nereden gelirse gelsin her türlü baskı, yalan ve şiddete karşı mücadele bayrağını yükselten emekçilerdir. Mahnovistler, genel anlamda burjuvaziyi, şimdilerde ise Sovyet burjuvazisini emekleriyle zenginleştiren ve besleyen işçilerin ta kendisidir.
Neden kendimize Mahnovist diyoruz? Çünkü, Ukrayna'da gericiliğin en korkunç günlerinde, saflarımızda asla yorulmak bilmeyen, güvenilir bir dost, bir lider gördük: Mahno. Sesini tüm Ukrayna'da duyurarak emekçi halkın üzerindeki baskılara karşı çıkan, bize ihanet eden bütün zalimlere, yağmacılara ve politik şarlatanlara karşı savaşı başlatan kişi Mahno'ydu. Mahno bizimle birlikte saflarda kararlı bir şekilde ortak amacımız doğrultusunda yürümektedir; emekçi halkın her tür baskıdan kurtulması amacına doğru.
İşte Mahnovistler yayımladıkları bir bildiride kendilerini ve Nestor Mahno'yu böyle tanımlıyorlar.
Mahnovşçina hareket, tarihte anarşistlerin genişçe bir zaman diliminde büyük toprak parçalarını denetledikleri pek az örnekten biri, Mahno'nun Ukrayna'da önderliğini yaptığı harekettir.
Onun için Mahno ve Mahnovşçina Hareketi bir arada inceleyeceğiz. Önce Mahno'nun biyografisi ile ilgili bilgiler verelim.
Nestor İvanoviç Mahno, 27 Ekim 1889'da Yekaterinoslav Eyaleti'nin Aleksandrovsk Bölgesi'ndeki Gulya-Polye köyünde doğdu. Diğer dört kardeşiyle birlikte annesinin himayesinde büyüyen Mahno, babası öldüğünde henüz on aylıktı. Yoksul bir ailenin çocuğu olan Mahno, 8 yaşında okula başladı. 12 yaşında iş bulmak için okulunu ve ailesini terk etti. Alman kulaklarının yanında yanaşma olarak çalıştı. 16 yaşına kadar politik dünya ile her hangi bir ilgisi olmadı.
Mahno, 17 yaşında politik görüşlerini belirlemeye başladı ve anarko-komünistlerin saflarına katılmaya karar verdi.
1908'de anarşist gruplara üye olmak ve şiddet eylemlerinde yer almaktan dolayı tutuklandı ve idama mahkum oldu. Ancak yaşının küçük olması nedeniyle cezası ömür boyu hapse çevrildi.
9 yıl hapishanede kalan Mahno, burada kendisini geliştirdi. Hapishane bir okul görevi gördü. Nihayet, 2 Mart 1917'de diğer politik tutuklularla birlikte serbest bırakıldı. Hapishaneden çıkınca köyüne Gulya-Polye'ye geri döndü. Edindiği bilgilerle köylüleri örgütlemeye başladı. Bu arada Ukrayna, Avusturya birlikleri ve onların Ukraynalı kuklaları Hetman milislerinin işgali altındaydı. Mahno, anarşizm bayrağı altında partizan bir çete kurdu.
At sırtında ve makineli tüfekleri yüklendiği hafif köylü arabaları ile dolaşan Mahno ve adamları, her gittikleri yerde kendilerine yeni partizanlar kazanıyordu. Böylece dağınık vaziyette bulunan gerilla çeteleri Mahno'nun komutasında siyah bayrak altında toplandı.
Halk arasında Mahno hakkında bir çok efsane yayıldı. Onu yenilmez bir savaşçı olarak görüyorlardı. Adamları tarafından Batko(Ukrayna'daki devrimci başkaldırının lideri) olarak kabul edildi.
Mahnovşçina Hareketinin başarısı sadece askeri alanla sınırlı kalmadı. Mahno hareketi ve ordusu bir bölgeyi ele geçirir geçirmez, ilk yaptıkları şey liberter hareketi uygulamak oluyordu.
"Kent halkı ve işçilerine, bu kent Mahnovist Devrimci İsyan Ordusu tarafından ele geçirilmiştir. Bu ordu hiç bir siyasi partiye, iktidara veya diktatörlüğe hizmet etmez... Ordu hiç bir otoriteyi temsil etmez. Hiçkimseye bir yükümlülük getirmeyecektir. Tek görevi işçilerin özgürlüğünü savunmaktır. İşçilerin özgürlükleri kendilerina aittir ve kesinlikle kısıtlanamaz. Şurası bilinmelidir ki, Mahnovist ordu onları hiç bir şeye zorlamayacak, hiç bir şey emretmeyecek veya benimsetmeye çalışmayacaktır. Mahnovistler onlara yardım edebilir, öneri sunabilir, güçlerini onların hizmetine verebilirler. Ama kesinlikle onları yönetmeye kalkışmazlar."
Bu bildiriden de anlaşılacağı gibi Mahnovist ordu, disipline dayalı bir ordu değil, gönüllülerden kurulu bir orduydu. 1918 Ekim ve Kasım aylarında Mahno müfrezeleri Hetman'ın karşı-devrimine yönelik genel bir saldırı başlattı. Avusturya ve Alman birlikleri 1. Dünya Savaşı'nın bitimiyle birlikte Ukrayna topraklarından çekilince, Ukraynalı milliyetçi lider Petliyura yandaşları ülkeyi ele geçirme girişiminde bulundu.
1919 yılında Petliyura ve Denikin'e karşı mücadelede Kızıl Ordu, Mahno'ya birlikte hareket etmeyi önerdi. Mahno ve ordusu kendi şartları altında bunu kabul etti. Şartları genel olarak kendi kimliklerini korumaktı. Ancak Bolşevikler, Mahnovistleri kendi yanlarına çekmeyi başaramayınca, onlara karşı saldırıya geçtiler. Bu arada Rus basını da Mahno ve taraftarlarına karşı saldırıya geçti. Halbuki kısa bir süre önce Kızıl Ordu ile birlikte hareket ederken birer kahramandılar. Aynı yılın Mayıs ayında Mahno'yu öldürmek için gönderilen iki Çeka ajanı yakalandı ve idam edildi. Bunun üzerine Troçki, Mahno'yu yasadışı ilan etti. Bir kaç gün sonra Kızıl Ordu, Mahnovistlerin kurduğu tarım komünlerini dağıttı. Bunu Denikin kuvvetlerinin yaptığı katliamlar izledi. Bunun üzerine Mahnovistler geri çekildi. 1920 yılı boyunca Bolşevikler, Mahno ve adamlarına karşı savaşmayı sürdürdü. Sonunda Mahnovistler bir çok cephede savaşmaya dayanamayarak yenik düştü. 2 Eylül 1921 günkü Romanya gazeteleri yaralı olan Mahno ve karısının da aralarında bulunduğu 77 kişinin Besarabya'ya geçtiğini duyurdu.
Mahno ve karısı bir süre Romanya'da kaldı. Ancak buradan Polonya'ya kaçıp yeniden Ukrayna'ya dönmeye çalıştı. Bunda başarılı olamadı. Romanya hükümeti Ruslar tarafından sıkıştırılıyordu. Bunun sonucu olarak Mahno ve karısı sınır dışı edildi. Mahno Polonya'ya geçti. burada yargılandı ve hapsedildi. 1 Aralık 1923 günü delil yetersizliğinden serbest bırakıldı.
Mahno karısını Polonya'da bırakarak Almanya'ya gitti. Berlin'de bir süre kaldıktan sonra ise hayatının sonuna kadar kalacağı Paris'e geçti. Şehir ortamı hiç bir zaman Mahno'ya uygun gelmemişti. Devamlı olarak Ukrayna'ya dönmenin planlarını yapıyordu. Ancak bunda hiç bir zaman başarılı olamadı. Sağlığı yerinde olmadığından geçimini sağlamakta zorlanıyordu. Kendisine anarşistler yardım ediyordu.
Mahno, Paris'te bir çok anarşist ile karşılaştı. Bunların içinde İspanyol anarşisti; gezgin, soyguncu, çeteci, gerilla Buenaventura Durruti’de vardı. Paris sürgünü sırasında Mahno’yu ziyaret etti. Mahno, konuşmanın sonunda Durruti’yi şu sözler ile uğurladı; “Mahno hiçbir zaman kavgaya hayır demedi. Başladığınızda –eğer hayattaysam- sizlerle birlikte olacağım”. Mahno gerçekten de yılmaz bir anarşizm savaşçısı, Woodcock’un tanımlamasıyla anarşizmin Robin Hood’uydu. Paris'teki yaşamı onu içten içe ölüme götürüyordu. Mahno’ya son darbeyi vuran, yakın arkadaşı Peter Arşinov oldu. Birlikte mücadele ettikleri bu “anarşist”, 1934 yılında Stalin’in yönetimindeki SSCB’ye geri dönüyor ve anarşistlere SSCB’yi tanımaları yününde tavsiyelerde bulunuyordu. Mahno’yu derinden sarsan bu olayınardından 19 Mart 1934’de tüberküloz teşhisi ile hastaneye yatırıldı. 25 temmuz, çarşamba sabahı, 44 yaşında, hayata gözlerini kapadı.
Cenaze töreni 28 Temmuz'da yapıldı ve çeşitli ülkelerden 500 kadar anarşist katıldı. Rus Anarşistlerinin büyük bir çoğunluğu Mahno'yu anlayamamış ve devletin onun için yaydıklarına inanmışlardır. Buna istisna yalnızca Kropotkin olmuştur.
"Yoldaş Mahno'ya, kendisine iyi bakmasını söyleyin, zira Rusya'da onun gibi kişilerin sayısı az."
Kropotkin bu sözleri 1919 Haziran ayında söylemişti. Yani Rusya'da Mahno hakkında resmi yaygaralar dışında henüz başka bilgi yokken.
Doğruları Söyleyen Soytarı
Hani demiş ya "Belki de bir soytarıyım. Ve gene de doğrular çıkıyor ağzımdan.." diye. Bunu derken bile çok doğru konuşuyor bu soytarı. Şu tarihte ve şu mekanda yaşamaktan iki nedenden ötürü nefret edebilirim. Soytarı ile karşılıklı konuşamadığım için nefret edebilirim mesela. Bir de Camus ile maç yapamadığım için. Aslında nefret etmek isterse insan zarları hep yek getirebilir. Bu bahsettiklerim sadece zırvalama niyetine geçiyor o zaman.
Her ne ise, alıştığım ruh haletinin dışına çıktığımda soytarıyla manevî bir sohbete dalıyorum. Hayatı boyunca doğruları söylemiş ve dahi anlaşılması bugüne kısmet olmuş soytarı beni kendime getiriyor. Bugünün incisi ne idi? Şu idi:
"Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiç bir şey engellemiyormuş gibi görünür, bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar.
Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam: "Bu köprüyü geçip bana gelir misin?" işte o anda artık bunu istemeyiverirsin, sorumu tekrarlarsam öylece suskun kalırsın.
O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer, bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız.
Ama o küçücük köprüyü düşündüğünde sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın..."
Soytarı işte..
Doğruları söylüyor.
Kaplan! Kaplan!
Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabildi o korkunç simetrini?
Hangi uzak derinlerde, göklerde
Yandı senin ateşin gözlerinde?
O hangi kanatla yükselebilir?
Hangi el ateşi kavrayabilir?
Ve hangi omuz ve hangi beceri
Kalbinin kaslarını bükebildi?
Ve kalbin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el? ayaklar ya da
Neydi çekiç? ya zincir neydi?
Beynin nasıl bir fırın içindeydi?
Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
Ölümcül korkularını alabilir avcuna?
Yıldızlar mızraklarını aşağıya atınca,
Göğü sulayınca gözyaşlarıyla,
Güldü mü o, görünce eserini?
Kuzu'yu yaratan mı yarattı seni?
Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabilir o korkunç simetrini?
William Blake
Besbelli
Kendimi tanıtırdım ama, aslında bir adım yok. Bana 'V' diyebilirsiniz. İnsanlığın varoluşundan beri bir avuç baskıcı, hayatlarımızın bizim yüklenmemiz gereken sorumluluğunu yüklenmeyi kabul ettiler. Böyle yaparak gücü ele geçirdiler. Onların yolunun nereye çıktığını gördük; kamplardan, savaşlardan mezbahaya. Anarşide bir yol daha var. Anarşiyle molozlardan yeni bir hayat doğar. Umut yenilenir.
'Anarşi öldü!' diyorlar, ama görüyorsunuz ya, ölüme dair haberler abartılıyor.
V I
Marcos kimdir?
Gözleri bulut rengindeydi, yok, melekût rengindeydi, atmosfer, kurşuni ilksizlik sabahı rengindeydi, ruh... Rengindeydi. Haaa! Anladım; gözleri tümüyle ruh rengindeydi, ruh ne renktedir? Ruh mu? Bilmeyecek ne var?
Ruh tümden ne renktedir, ne renktedir... Onun gözleri rengindedir.
Buğu ne renktedir? Onun gözleri renginde değil midir? Gözleriyle düş kuruyor, gözleriyle düşünüyor gibiydi, gözlerinin bir yerler gördüğünü sanmıyorum.
Ben şimdi düşlemimde bir odağa dalmışım, gözlerim durgun bir delinin gözleri gibi gizemli bir korku içinde göremez olmuş, kıpırdamaz olmuş, açılıp kapanmayı unutmuştur.
Yanılmayasınız, bunlar birilerine ilişkin söyleyerek duymasını istemediğimiz sözlerden değildir, yok, bunlar bir şey değil, buna benzer söz çoktur, çok da değersizdir, herkesin böyle sözleri olur, birilerine, bir seslenilene söylenecek sözlerden söz ediyoruz biz, ondan başkasına söylenemeyecek, ondan başkasına söylenememesi gereken, bununla birlikte onunda
duymaması gereken sözler, yüce, güzel tatlı sözler bunlardır, seslenilenin bile namahrem olduğu sözler!
Bu nasıl söz? Bu nasıl seslenilen?
Bulunmadıklarında bulunduklarından daha çok "var olan" kimseler! Yer yer duymamaları gereken sözlerin seslenileni olan kimseler bunlardır işte, kendileriyle hep konuşur durumda olduğunuz kimseler bunlardır, güzel sözlerimizi de bunlara söyleriz hep, duymalarını istemediğimiz sözleri, hep yazıp ta göndermediğimiz mektupları da bunlara yazarız.
Özgün sözler, "duyulmak" için söylenen sözler değildir, "söylenmek" için söylenen sözlerdir. Özgün yazılar "okunmak" için yazılan yazılar değildir, "yazılmak" için yazılan yazılardır.
Kuşlara benzer duygular. Nereden gelir bilinmez. Kâh çığlık çığlıktır, kâh sesleri işitilmez. Bağrında güneşler tutuşmuyorsa selamlayıp geçerler seni. Kuşlar soğuk iklimi sevmez.
Aşk sevenin içinde varolan bir güçtür. Kendisini sevgiliye çeker. Oysa sevgi sevilende varolan bir albenidir. Seveni sevilene götürür. Aşk, sevgiliye egemenliktir. Oysa sevgi, sevilende yok olma susuzluğudur.
Birden içime şu korkunç soru düşüvermişti: "Ben hangiyim?"
Ruhunun bu kaygıyı duyumsayabilecek oranda büyük, geniş olduğunu düşünüyorum. Kişinin kendini kendi içinde yitirmesinden daha korkunç ne olabilir? Kişinin kendi içinde... ne desem?.. Kendisiyle iç içe olmuş, kendilerini kendisi gibi göstermiş... Yabancılar olmasından daha büyük bir yıpranış olabilir mi? Şimdi ben kim olduğumu bilmiyorum... ne korkunç!
İçine bir yeraltı su geçidi gerek senin
İğretilere kapın açılmasın diye senin
Evin içinde bulunan bir su testisi bile
Dıştan gelen bir ırmaktan iyi senin için
Çok ilginç! O var iken görmüyordum, o çağırıyor iken işitmiyordum... Ben görmeye başladığımda o yoktu... Ben işitmeye başladığımda o çağırmıyordu... Soğuk, duru bir pınar, senin karşında coşmakta, çağırmakta, inlemekteyken, sende suyun değil, ateşin susuzluğunu çekiyor iken, pınarın kurumasıyla birlikte, pınarın, senin susuzluğunu çektiğin o ateşten boşalıp buğulaşarak boşluğa uçmasıyla birlikte böylece ateşin, çöle saldırarak onu kendi içerisinde eritmesiyle, yerden ateş bitip, gökten ateş yağmasıyla birlikte senin ateşin değil suyun susuzluğunu çekmeye başlaman, sonra da varoldukça senin yokluğunun üzüntüsüyle eriyen kimsenin yokluğunun üzüntüsüyle bir yaşam boyu erimen ne üzücüdür!
"Var olmak", dar, karanlık bir hücredir; kapısı ölüm, penceresi yaşamdır, pencerelerini bulmamış olanlar ya da yalnız "var olmak"la yetinecek ölçüde "az" olanlar ile bu "az olmak" tan biraz çok olmaları ya da çok duruma gelenler intiharın kurtarıcı yardımıyla, kapıyı açar, kurtuluşa doğru kaçarlar.
"İnsan" olma "bilme" ile gerçekleşmektedir. Bunun en yüce belirginliği de kendini bilmedir. "Kendini bilme" ne rastlantısal olarak, ne de daha önceki bir kararlaştırma ile ve ne de gaybî ilham, kalbî duyumsama veya iç ışıması ile olur. Başkası (L'autrui) ile yürüttüğü ilişkilerinden yola çıkarak insan, "ben" (Lemoi)e ulaşmaktadır. "Başka" olanı tanımakla ve duyumsamakla "kendisi"ni keşfetmektedir.
--------------------
--Ali Şeriati--
Ölü Mü Denir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder