İntihar
Olmak istediğiniz yer; bir göl kenarındaki eviniz. Verandasında, oturup huzurlu hayaller kuruduğunuz sallanan sandalyenizde, omzunuzda, sevdiğinizin hafif ve baştan çıkarıcı elleri. Ama orada değilsiniz! Bunun yerine bilmem kaç katlı bir binanın tepesinden aşağı bakıyorsunuz ve düşlediğiniz huzur size çok uzak.
Kenara doğru bir adım daha… Eğer birileri size intihar anlarında insanların gayet sakin ve kararlı olduğunu söylediyse, bilin ki o kişi yalan söylemiş. Kenara doğru bir adım daha ve başınız dönmeye başlar. İstemsiz olarak başınızı döndüren başka anılar gelir aklınıza. Mesela ilk buluşmalarınızın birinde sevgilinizin parfüm kokusu… O an, o kadar çekici ve cezbedicidir ki başınız döner. Ama şu an orada değilsiniz.
Buradan bakınca insanlar ne kadar küçük sokaklar ne kadar yapmacık. Eğer birileri size bu şekilde intihar etmeye çalıştığınızda tıpkı insanların küçüldüğü gibi sorunların da küçük göründüğünü söylediyse, bilin ki o kişi yalan söylemiş. İnsanın herhangi bir yerdeki konumu sizi hayattan bezdiren tüm o sıkıntılardan çok bağımsız bir olgudur. İnsan tüm sıkıntılarını beraberinde götürür nereye giderse.
Artık ayrılma vakti. Küçük bir salınım ve hızla aşağı doğru düşmektesiniz. Eğer birisi size böyle bir anda hayatınızın bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçtiğini söylediyse, bilin ki o kişi yalan söylemiş. Tek düşündüğünüz içinizdeki korkunun bir an önce dinmesidir, yaşamınızın son anları korkuyla geçerken bu korkunun geçmesi için tekrar yaşamaya bile razı olursunuz.
Giderek dibe yaklaşmaktasınız. Eğer birileri size dibe vurunca artık her şeyin önemsiz olduğunu kaybedilecek hiçbir şeyin kalmayacağını söylediyse, bilin ki o kişi yalan söylemiş. Zira size giderek yaklaşan, giderek büyüyen şekilleri gördükçe daha bir büyür içinizdeki boşluk. Artık dibe varmak üzereyken kaybedilen her şeyin üzüntüsü ve çaresizliğin umursamazlığı birbiriyle yarış halindedir, ölürken bile huzur yoktur kısaca.
Eğer birileri size öldükten sonra parlak bir ışık göreceğinizi veya kızıl alevlerde yanacağınızı söylediyse, bilin ki o kişi yalan söylemiş. Hiç bir şey değişmemiştir zira. Artık bu dünyanın etrafında döndüğü küçük merkezi değilsiniz. Siz bir hiçsiniz. Tıpkı tüm yaşamınız boyunca olduğu gibi.
-------------------
-------------------
Sıkıntı Hep Karşı-Devrimcidir!
Debord ve Sitüasyonist Enternasyonel’ e selam…
“ Sıkıntı hep karşı-devrimcidir! “
Gökhan Gençay
Kültürel, politik, ekonomik, sosyal her cephede planlı tacizi içeren Sitüasyonizm, tekrar hak ettiği ilgiyi en önemli yaratıcılarından Guy Debord’un başyapıtı “ Gösteri Toplumu”nun genişletilmiş ikinci baskısının Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanma tarihinin yaklaşmasıyla birlikte üzerine çekecek gibi görünüyor.
Guy Debord ve Sitüasyonist Enternasyonel(SE), gerek yaşadığımız topraklarda gerekse de yaşadığı dönemde solun kanaat önderleri tarafından ciddi olarak tartışılmamış, dolayısıyla hakkı da teslim edilmemiş bir çeşit değeri gizemli kalan bir akım olarak tarihin sayfalarında yer almaktadır. SE, ‘en ilgili’ olanlar tarafından bile totalleştirici bir retorik, temsiliyete yönelik metafizik bir düşmanlık olarak tanımlanmış , Debord ve SE ‘nin çağının ufkunu açan kuram ve pratikleri sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulmamıştır. ‘ Kendiliğindenlik’in sözcük olarak telaffuzunun bile tüylerini ürperttiği klasik sol için SE oldukça sıra dışı ve ayrıksı görünmektedir. Özellikle coğrafyamızın arkaik ön kabullerine yaslanan ‘sol’cuları nezdinde Sitüasyonizm içeriği belirsiz hoş bir sedaya denk düşmektedir. Debord’un “ Gösteri Toplumu” yüzyılın en önemli yapıtlarından biriyken, SE’nin Cezayir savaşından Watts ayaklanmasına kadar gündemine aldığı konu ve olaylar apaçık ortadayken geleneksel sol, ne acı ki bu yaklaşımın özgünlüklerini kavrayabilecek zihin açıklığına maalesef sahip olamamıştır.
Burada kısa değinmeler biçiminde bile olsa Guy Debord ve SE üzerine belli başlı hatırlatmaları yaparken, bunun bu ilgi eksikliğini en azından “ Gösteri Toplumu” babında bile olsa telafi etmesi yegane temennimiz olacak.
Debord, Sitüasyonizmi varedecek hattını inşa etmeye siyasal ve sanatsal hareketliliğin beşiği olan 60’ların Paris’inde Lettrist saflarda başlamıştı. Lettrizm, bir teritoryaya ait olmama ve ulusal ideolojiyle özdeşleşmeme haliyle kendini tanımlıyordu. Lettristlere göre proletarya kaygı duyacağı ve kaybedeceği mülkiyetlere sahip bir sınıf olduğundan reddediliyor, devrimci potansiyel gençliğe atfediliyordu. O dönemde Lettrist Enternasyonel’ i oluşturmaya yönelen Guy Debord, Paris sokaklarını boyalı kumaştan elbiseleriyle grafittilerle donatıyordu : “ Asla çalışma”, “ Mola vermeden yaşa “ . Arzunun şiire dönüştüğü yeni bir dille konuşuyorlardı Lettristler.
Zaman içinde grup, kendini gençlik alt-kültüründen Sitüasyonist Enternasyonel’e farklı ve yeni bir devrimin seslendiriciliğine doğru dönüştürdü. SE dergisini çıkarmaya başladılar. Kuramsal denemeler ve radikal karşıtlıklar barındıran SE dergisi kendi döneminde birçok eylemciye esin kaynağı işlevi gördü. SE, sanatsal avangard, sürrealizm gibi eğilimleri ‘tuhaf’ olarak addediyor ve dışlıyordu. Dergi, bu dışlama anlayışını yayın süreci boyunca 70 üyesinden 45’ini ihraç ederek de göstermişti.
SE, hiyerarşik örgütlenmeyi reddediyor, “örgütlenmenin kendi içinde yeni tür insani ilişkiler kurma” olduğunu savunuyordu. Topluluğun içinde hiyerarşi yoktu, herkes eşitti ve deneyler kolektifti. Eylemler ve metinler birlikte üretilir ve bu metinler genellikle imzasız yayımlanırdı. İktidarın ikamecilik ve temsiliyet ilişkilerinin yeniden üretilmesiyle varedildiğini derinden kavramış bir duyarlılığa sahiptiler Debord ve yoldaşları. Grubun her üyesi daha önceki sosyal ilişkilerinin, alışkanlıklarının silinmesini içiren bir arınma töreninden geçiyordu. Bu arınma sürecinde duraksayanlar ve geçmişin yozluğunda ayak sürüyenler acımasızca tasfiye ediliyordu. Böylesi bir kolektif uyanıklık, ideallerin kurumsallaşarak reforme olmasının önünde bir çeşit panzehir işlevi kazandırıyordu gruba.
SE’ye göre proletarya, uzun bir sessizlik döneminin ardından devrimin öncü kolu olarak geri dönmüştü. Sistem içi reform talepleriyle direnen işçilerin bu tespitle çelişkisini ise işçilerin “ devrim istemiş olsa bile bunu söylemediğini, çünkü tutarlı ve örgütlü bir kuramdan yoksun olduğunu” iddia ederek açıklamışlardı. Proletaryanın gerçekten istediği ancak ifade edemediği şeyleri ifadelendirecek birilerine ihtiyacı vardı ve SE bu misyonu herhangi bir kuramsal tepeden bakma ve hiyerarşi yaratmadan üstlenmek arzusunda bir bileşenden mürekkep bir gruptu.
Çokça sanıldığı gibi Debord’u sanat planında derdi olan bir estetik kuramcısı olarak göstermeye çalışmak son derece yanlıştır. Debord’un tüm üretimlerindeki amacı sanatı yaşamda gerçekleştirerek aşmaktı. Bu uğurda sosyal bir eylem programı dillendirdi ve kişisel ölçekte bunu tavizsiz uyguladı. SE, Mayıs 68’de üstlendiği etkinlik ve yarattığı kolektif yaratıcılıkla bu anlamda minör bir deneyime damgasını vurdu.
Debord, Marksist meta ve onun fetiş niteliğine ilişkin eleştirileriyle kendi teorisini inşa etti. Bu günkü meta fetişizmini ‘gösteri’ olarak adlandırarak ‘gösteri’ nin Marx’taki anlamıyla metadan geliştiğinin sık sık altını çizdi. Debord’ a göre, gösteri içinde meta kendini sergiler ve seyirciyi sürekli pasif bir seyire yöneltir. Sanat da pasif bir biçimde seyredilen bir gösteri niteliğine sahip olduğundan kendisi bir çeşit fetişizm biçimidir ve aşılmalıdır. İnsan ilişkilerinin kendisi şeyleşmiş ve fetişizm toplumsal yaşamın doğasını değiştirmiştir. Bu yüzden bu mistifikasyonla her boyutuyla mücadele etmek gerekmektedir.
Her yabancılaşma biçimi gibi sanatın da sonu gelmektedir. Debord’un sanatsal ve politik etkinliği arasında herhangi bir açı farkı yoktur. Kuram öncü bir eylem olarak her şeyin üzerindedir. Gösteri iğrençtir, çünkü genellemekle tehdit eder; tıpkı Parti’nin işçi sınıfının temsilcisi olduğunu iddia etmesi gibi. Debord’ a göre her temsiliyet ikiyüzlülüğün yolunu açar. SE’ciler bu ikiyüzlülüğe tepki olarak her zaman otonom devrimci faaliyetin yanında olmuşlardır.
“ Gösteri, ekonominin verimli toprağında beklenmektedir ve sonunda gösteri piyasasına hakim olması gereken bu toprağın mahsulüdür.” SE yeni bir direniş projesinin inşasında önemli bir adımdır ve ders almasını bilenlere halen yeni sorular sordurtmaya hazır biçimde beklemektedir. “ Kaldırım taşlarının altındaki kumsal” da yeni bir bilinç ve yeni perspektif gizli…
Zarafet, Letafet ve Asalet: Yıkım!
"Batsın bu dünya..!"
I.
Eğer sözümüz silahımız ise, güneş altında söylenmemiş bir kaç sözümüz var.
Şimdilik sadece süngülerimizi parlatalım.
Evvela "Yıkım" ile kastedilenin Jakoben bir zibidilik olmadığı, komünist sürecin yapısal öznesi olduğunun idraki esastır.
Yıkımcı yaklaşım, kendinden yola çıkılarak süre giden sistemin ana hatlarının ve hatırı sayılır bölümlerinin sağlıklı tahlilini yapabilme imkanı da sağlar.
Sadece, "Yenilik" ve "Aydınlık" hareketlerinden, sistemin kendi statükosunu -bir şekilde- devam ettirmek için uyguladığı rotasyonu; Yıkımcılıkta ise onarımları, ilerlemeleri ve devrimleri görmek işten bile değildir.
Bu, hareketin temelinin; yeni insan emeline ulaşmanın, önünü açacak biricik tercihtir.
Sistem, zaten reforme edilemez bir noktadan; Tahakkümden kaynağını almışken bir de bu denli gelişmişliğini göz önüne alınca, olabileceği en net şekilde görüyoruz ki; "Yıkılmadan düzelmez bu dünya..."
II.
İsmi hangi zaman diliminde ne olursa olsun, sistemin kutuplaştırıcı, -tabiatı gereği- ayırıcı özelliği elbette gözler önündedir. O; akışkan, cıvık, mantarsı yapısıyla, her alana bir şekilde sirayet eden, artık tamamen efüzyonik mekanik bir zekadır. Yaşam alanları içindeki bildik bilmedik herşeyi, işe yarar ve yaramaz olarak ayırır. Hurdahaşa çıkardıklarını zaten iplemezken (ya da belki kısmen iplemezken), hala işe yararları kendi mıknatıs yapısı icabı etrafında seçicilik ile dağıtır. Haliyle momenti yapısının ölçeğine göredir.
Kısacası, sistem içerisindeki herşeyin konumu ve hali, sistemin kendi mekanik mantığınca zaten tayin edilmiştir. Muhtemelen rönesanstan beri artık sadece dev bir asalak değil; kendi oyununu ve kurallarını dayatabiliyor.
Daha da netleştirmek gerekirse; beni şu anda sistemin içinde durduğum yerde tutan, onun dengesini sağlayan kalkanıdır aynı zamanda.
Hal böyleyken; eşitlikten ve/veya adaletten bahsetmek, bana kendisi sayesinde daha güzel konumlar, yarınlar vaat etmek onun haddine değildir ama ve lakin bu bahisler, telkinler ve vaatler devam edecek ki bana dayatılan fonksiyonumu yitirmeyeyim.
Bense hala tüm çarkların benim ve benim gibilerin sayesinde iyi ya da kötü döndüğüne inanıyorum. Toplumun çekirdeği: Sivil irade!... İşte o ahmak...
III.
Yıkımcılığın herhangi bir esas başlangıç noktası ve üslubu yoktur; sistemin içindeki herşey yıkılmaya değerdir. Ama bu -kötü anlamıyla- "Nihilist" bir nicelik duygusuyla karıştırılmasın; niteldir ve sistemin ulaştığı "İyi" herhangi şeyleri de bozduğu/çürüttüğü kabulüne dayanır. "Tahakküm barındıranlar" olarak tanımladığımız hemen herşey için geçerli sayılır. Hoş; tahakküm barındıran bir çok şeyin de varlığının sistemin mekaniği ile ilintili olduğuna inanıyoruz. Özünde farklı olsa dahi...
Temsil: bilginin usta-çırak ilişkisi ile akış ve gelişim sağladığını hangi sağlıklı zihin inkar edebilir? Ama aynı sağlıklı zihin hiçbir "Eğitim kurumunu" da hiç bir şartta kabul etmiyor.
Yahut; sosyolojik, bireysel, katılımcılık, pedagojik vb. bakımlardan, ailevilikten toplumsallığa ve ötesine kadar uzanan komünalleşmeler üzerine kafa yorarken, mevcudun içindeki "aile","toplum" ve ara değerler ile çatışıyoruz.
En derindeki sorunumuzun erdem sorunu olduğunu bellersek; bir dizi anarşizan ahlak silsilesi dahilinde olacak yıkımcılık; tüm komplike "kötü"lere ve çarklar içinde niteliğini kaybetmiş "iyi"lere karşı bir atak önerisidir diye biliriz.
IV.
Yıkımcılık kendini her isteyene dayatır. Kendinden vazgeçirmemek için de dayatır. Telef edici ego ile karıştırılmadığı sürece anarşizandır.
Tahakkümün dayatmasından farklıdır; evvela onun gayyasına nail olmak çok çaba sarfetmek demektir. Onun kapısına gelmek için gönüllülük esastır ve sistem onun yolunu sosyal terörü ile döşemiştir. Telkinde bulunmaz, salık verir, uyar ya da uymazsın. Yani kalır ya da dönersin. İki camii arasındaki beynamazlar heba olur giderler...
V.
Sistem mekaniğinin içinde, uygun bulunan, mekaniğe faydalı olan değilsen öyle kalacaksın demektir. O, sana otomatik telkinlerde bulunmaya devam edecek ama hiçbiri; hiç bir billboard, hiçbir TV dizisi, hiç bir süperstar, marka, seri sonu indirimi, daha çok banka kredisi, daha az faiz, daha çok özel kanal, iyi bir parfüm ya da diploma bunu değiştirmeyecek.
VI.
Anarşizm, ne adının varlığıyla ne de tasarladığımız kadarıyla hiç kimse için anormal bir durum teşkil etmez. Sisteminse zaten farkında olduğu ve tespitinde bulunduğu bir şey olduğundan yine anomali bir özelliği yoktur. Yani aslında; felsefî, ontolojik, filan feşmekan hallerinin olması ve bir şekilde adını sürdürmesi kimsede öyle çok da aman aman hisler uyandırmaz.
İş ki teşekkülü sağlandı o başka...
Bu teşekkül hali (irili ya da ufaklı; bireysel, güruhsal ya da kitlesel), tam da yıkımcılık veya onun eşiğidir.
Durum buna ve daha da ötesine erdiğinde anarşi büyümesiyle doğru orantılı olarak kaotik yapısına daha çok bürünecek ve debisini buluncaya dek etrafa rastgele, sayısız, kararsız, tutarsız anomaliler fırlatacaktır.
Bu birbiriyle çarpışan, karışan, rasgele anomaliler karmaşasında devrimin kendine verilen sığ anlamına karşı, sürekli-kesintisiz ve birden fazla hali döllenmeye başlar ki biz anarşistler en çok da bunu düşleriz.
Uygun bir örnekle; Yıkımcılık, dev bir su bendini dinamitleyecek ve önü açılan galonlarca su görülmemiş bir sel yaratacak, ta ki selin her kolu kendi yataklarına oturasıya dek...
Sonrasında yeni devrimler arayan-kollayan anarşistler olarak yolumuza devam edeceğiz tabii ki.
----------
Feral Faun
Anarşi ve ahlakçılık üzerine bazı düşünceler
Geçen birkaç ayı aşkın bir sürelik yolculuğumda, anarşiyi bir ahlak ilkesi olarak düşünen bir çok anarşistle tanıştım. Bazıları anarşiyi kendilerini verdikleri bir tanrı olarak görecek kadar ileri giderler –bu durum, gerçekten anarşiyi yaşamak isteyenlerin kendilerini anarşizmden ayırmaları gerektiği hissimi kuvvetlendirmektedir.
Anarşinin en sık tekrarlanan ahlaksal görüşü anarşiyi, birinin iradesini diğerine empoze etmek için zor kullanmanın prensip olarak reddi olarak tanımlamıştır. Bu görüş, kabul edemeyeceğim saklı anlamlar içermektedir. Görüş, tahakkümün nedeninin sosyal roller ve ilişkilerden ziyade temel olarak kişisel ahlaki kararlardan çıktığını, ki hepimizin tahakkümü uygulamak için eşit bir pozisyonda olduğumuzu ve bundan alıkoymak için kendi kendimizi disipline etmemiz gerektiğini ima eder. Eğer tahakküm sosyal rollerin ve sosyal ilişkilerin meselesiyse, bu ahlaki prensip, politik olarak doğru (seçmek) ile politik olarak yanlışı (lanet) birbirinden ayırma yolundan başka bir şey olmayarak, tamamen saçmadır. Anarşinin bu tanımlamaları, anarşik asileri otoriteye karşı halen orantısız olan bir mücadeledeki en büyük zayıflık pozisyonuna yerleştirir. İnsanlara veya mülke karşı her türlü şiddet, genel grevler, hırsızlık ve hatta sivil itaatsizlik gibi aktiviteler birinin iradesini empoze etmek için bir güç kullanımını tesis eder. Birinin iradesini empoze etmek için güç kullanmayı reddetmek tamamen pasif olmak –bir köle olmak-anlamına gelir. Anarşinin bu görüşleri, bunu yaşamlarımızı kontrol etmek için yapmaktadır ve bu bir oksimorondur.
Anarşiyi ahlaki bir prensip yapma teşebbüsü onun gerçek anlamını çarpıtır. Anarşi, hem otoritenin olmadığı hem de onun kontrol gücünün reddedildiği bir durumun özel bir cinsini tanımlar. Böyle bir durum hiçbir şeyi garanti etmez –hatta bu durumun devam eden varlığını bile, ama bu her birimize sosyal roller ve sosyal düzenin talepleri açısından ziyade kendi arzu ve tutkularımız açısından yaşamlarımızı yaratmaya başlama olasılığını açacaktır. Anarşi devrimin amacı değildir; beni ilgilendiren tek devrim biçimini mümkün kılan bir durumdur –yaşamlarını kendileri yaratmak isteyen ve yollarına çıkan her şeyi yok etmeye çalışan bireylerin bir ayaklanmasıdır. Bu, her birimize yaşamlarımızı sınırlamalar olmadan yaşamak için ahlakdışı bir meydan okumayı arz eden her hangi ahlaki saklı anlamlardan bağımsız bir durumdur.
Anarşik durum ahlakdışı olduğuna göre, anarşist bir ahlak fikri son derece şüphelidir. Ahlak, neyin doğru neyin yanlış bir davranış olduğunu tayin eden bir ilkeler sistemidir. Belirli ilkeleri herkese uygulanabilir kılan tüm insanların müşterekliği kendilerini birey olarak tanımladıklarının tam dışına işaret eder. .
Bu makalede “tüm insanların müşterekliği” kavramına değinmeyi istemiyorum: Şu an ki amacım şu ki, ahlak her neye dayanıyorsa, bu her zaman canlı bireyin dışında ve üstünde durmaktadır. Ana ilke veya ahlak bir ilke olarak ister tanrı, ister vatanseverlik, ister insanlık, ister üretim gerekliliği, ister doğal yasa, ister “Dünya”, ister anarşi ve hatta ister “birey” olsun, bu her zaman BİZİ yöneten soyut bir idealdir. Ahlak bir otorite biçimidir ve bu durum devam ediyorsa her hangi başka bir otorite kadar anarşik bir durum tarafından altı kazınacaktır.
Ahlak ve yargı el ele gitmektedir. Eleştiri—kaba ve acımasız eleştiri de dahil—isyankar analiz ve pratiğimizi şereflendirmek için zaruridir, ama yargının kökünden tamamıyla söküp atılması gerekiyor. Yargı insanları suçlu veya suçsuz olarak kategori eder –ve suç baskının en güçlü silahlarından biridir. Kendimizi ve diğerlerini yargıladığımızda ve mahkum ettiğimizde, isyanı bastırmış oluruz –bu suçun amacıdır. (Bu birinden nefret etme”meliyiz”, veya birini öldürmeyi isteme”meliyiz” anlamına gelmez –“ahlaki olmayan” bir ahlak yaratmak da saçmalık olacaktır, ama öfkemizin ahlaki terimlerle tanımlanmaması ve kişisel bir tutku olarak kabul edilmesi gerekiyor.) Radikal eleştiri, gerçek deneyimlerden, aktivitelerden, tutkulardan, ve bireylerin arzularından gelişir ve asiliği sağlamayı amaçlar. Yargı, üzerimizde duran ilkeler ve ideallerden gelir; amacı bizi bu ideallere tutsak etmektir. Anarşik durumların yükseldiği yerde, yargı sık sık insanları suçluluktan özgürleştirerek geçici olarak yok olur—yaşamları boyunca mülkiyete saygı duymayı öğrenmiş olmalarına rağmen bir neşe ruhuyla her çeşit insanın birlikte yağma yaptığı bazı ayaklanmalardaki gibi. Ahlak suçu gerektirir; özgürlük suçun yok edilmesini.
Bir zamanlar bir dadaist şöyle söylemişti, “Ahlaklar tarafından yönetilmek…bizim için polise karşı pasif olmaktan başka hiçbir şeyi mümkün kılmaz; bu köleliğin kaynağıdır.” Elbette, ahlak pasifliğin bir kaynağıdır. Oldukça büyük ölçekli anarşik durumların gelişmeye başladığı ve küçük olanlarını deneyimlediği, ama her bir durumda, enerjinin dağıldığı ve çoğu katılımcının ayaklanmalardan önce yaşamış oldukları canlı olmayan yaşamlarına geri döndükleri birkaç durum hakkında bir şeyler duymuştum. Bu vakalar gösteriyor ki, sosyal kontrolün uyanan (ve uyumalarımızın çoğu) yaşamlarımızın hepsine işlediği bir boyuta karşın, kopabiliriz. Ama kafalarımızdaki polislerin –ahlak, suçluluk ve korku—hakkından gelmemiz gerekiyor. Karşıtına her ne iddia ettiği ediyorsa etsin, her ahlak sistemi, elde edebileceğimiz olasılıklara kısıtlamalar, arzularımıza sınırlamalar getirir; ve bu kısıtlamalar bizim gerçek kapasitelerimize değil, kapasitelerimizin tüm boyutunu keşfetmemizden bizi alıkoyan soyut fikirlere dayanmaktadır. Geçmişte anarşik durumlar yükseldiğinde, insanların kafalarındaki polisler –yerleşmiş korku, ahlak ve suçluluk—insanların kendi kafeslerinin emniyetine geri çekilmek için yeterli uysallıkta muhafaza ederek onları korkutmuştur ve anarşik durumlar ortadan kaybolmuştur.
Bu önemlidir çünkü anarşik durumlar sadece hiçbir yerden fırlamazlar –onlar kendi yaşamlarına set çekilmiş insanların aktivitelerinden kaynaklanır. Her an böyle bir durum yaratmak her birimiz için mümkündür. Çoğu kez bu taktik olarak ahmakçadır, ama olasılık orada. Bizler gene de gökyüzünden düşecek anarşik bir durum için sabırlı bir şekilde bekliyor görünüyoruz – ve anarşik durum dışarıya doğru patladığında, onların fışkırmasını muhafaza edemeyeceğiz. Hatta bilinçli olarak ahlakı reddetmiş olan bizler bile kendimizi tereddüt ederken, her eylemi dikkatle gözden geçirmek için dururken ve çevrede her hangi dışsal polisler olmadığı zaman bile polislerden korkarken buluruz. Kınama ahlakı, suçluluğu ve korkusu, kendiliğindenliğimizi, vahşiliğimizi ve yaşamlarımızı olabildiğince yaşama kabiliyetimizi yok ederek kafalarımızdaki polisler olarak hareket eder.
Yaşamlarınızı Geri Çalın
Feral Faun
Ekonomi -yaşamın üzerinde hayatta kalmanın tahakküm altına alınması- tüm diğer tahakküm biçimlerinin sürdürülmesi için esastır. Kıtlık tehdidi olmadan, insanları gündelik çalışma ve maaş rutinine itaat etmeye mecbur etmek zor olurdu. Bizler ekonomikleştirilmiş bir dünyada doğduk. Mülkiyetin sosyal kurumu kıtlığı gündelik bir tehdit haline getirdi. İster özel isterse komünal olsun mülkiyet, birinin istediği veya ihtiyaç duyduğu şeyi basitçe almak yerine, genel olarak sadece ekonomik değişim biçiminde kabul edilmiş olan bir izin istemesinin beklendiği bir durumu yaratarak bireyi dünyadan uzaklaştırır. Bu şekilde, yoksulluğun farklı seviyeleri zengin için de dâhil herkes için garanti edilmiş olur, çünkü sosyal mülkiyet kuralı altında birinin sahip olmaya müsaade edilmediği şey birinin sahip olmaya müsaade edildiği şeyin ötesine geçer. Yaşam üzerinde hayatta kalmanın tahakkümü sürdürülür.
Yaşamlarımızı kendi kendimize yaratma arzusunda olan bizler, toplumun sürdürülebilirliği için esas olan bu tahakkümün saldırmamız ve yıkmamız gereken bir düşman olduğunun farkındayız. Bu anlayışla, hırsızlık ve ev işgaline asi bir yaşam projesinin bir parçası olarak önem verilebilir. Refah programları, hayırsever yemeklerini yemek, çöplerden yemek ve dilenmek düzenli bir iş olmadan hayatta kalmamıza yardımcı olabilir, ama onlar ekonomiye hiçbir şekilde saldıramaz; aksine ekonominin içinde yer alırlar. Hırsızlık ve işgal etmek de hayatta kalma taktikleridirler. “Yuva hakkını” veya işgal evlerini yasallaştırmayı talep eden işgalciler, “işlerini” diğer işçiler gibi kıymetsiz eşyalarını biriktirmek için yürüten hırsızlar -bu insanların ekonomiyi yok etmek gibi bir niyetleri yoktur.- onlar sadece malların adilce dağıtılmasını isterler. Fakat asi bir yaşamın parçası olarak işgal eden ve hırsızlık yapanlar bunu ekonomik mülkiyetin mantığını hiçe sayarak yaparlar. Kendi yaratmadıkları bir dünyanın taleplerine baş eğerek selamlamayı veya bu mantık tarafından dayatılmış kıtlığı kabul etmeyi reddeden, bu gibi asiler, imkân olduğunda herhangi birinden izin almadan arzu ettiklerini alırlar. Toplumun ekonomik kuralına meydan okuyarak, kendi dünyamızın bolluğunu geri alırız -ve bu bir ayaklanma eylemidir. Sosyal kontrolü sürdürmek için, bireylerin yaşamları çalındı. Biz de çalınan yaşamlarımız yerine, ekonomik olarak hayatta kalmayı, çalışmanın ve maaşın sıkıcı var oluşunu elde ettik. Yaşamlarımızı ne geri alabiliriz ne de onlardan dilenebiliriz. Sadece geri çaldığımızda kendimizin olacaktır – ve bu izin almadan istediğimiz ne varsa almak anlamına gelir.
Willfull Disobedience #2. sayıdan
Kaynak: yabanil.net
"Ungdomshus olmadığı sürece Ungdomshus için mücadele olacak."
İster zorlamayla olsun ister zorlamasız... Eğitim tahakkümdür!
Yerleşik çizgiden ve bildik normlardan uzaklaşanları "yeniden hizaya getirmeye" yarar. Kurallara aykırı ve uzlaşmaz tutum ve davranışların törpülenip, tekbiçimlenip, ötekilerle aynılaşmasını sağlar. Bu eğitim-yetiştirme tekeli, acısını çektiğimiz bu kul-köle sisteminin sürgitinin de asıl nedenidir.
Günümüzde, insan hakları yahut feminizm adı altında tartışılan, erkeğin kadın üzerindeki hükmünden, karetta-karettaların yaşama haklarına kadar pek çok yaşamsal baskı unsuru dantel-entel köşe yazarlarınca analiz edilip eleştirilmekte; fakat ataerkil, dinsel ya da devletsel tahakkümün aslında temelini oluşturan kalıplaşmış bir konu gözardı edilmektedir: Çocuk üzerinde kurulan tahakküm ve baskı.
Tarihsel süreci Antik Sparta uygarlığındaki köle yetiştirme okullarında başlayan, orta çağdaki kiliselerle pekişen eğitim kavramının, daha günümüze ulaşmadanki yansıları incelendiğinde temel hedefi açıktır.
Yakın tarihe, yani tüm toplumsal yaşama biçimlerinin devletleştirilmesi sürecine değinecek olduğumuzda ise, devletin temel yapıtaşları olan ordu ve bürokrasinin sürekliliği açısından eğitim ve yetiştirme kavramları hep önplana çıkmış; eğitim kavramı bu iki yapıtaşı için can damarı rolünü üstlenmiştir.
"Toplumun atomlarına ayrılması" olarak da adlandırabileceğimiz bu devletleştirme sürecinde, öncelikli olarak, bireylerin yaşama ve çalışma alanlarını birbirinden ayıran kentleşme ve sanayileşme göze çarpar. Çok katlı betonarme oluşumlar içinde paylaşımcı ilişkiler yok olmuş, serbest ticarete dayalı eşitliksiz sistem ile çalışma alanları rekabete dönüşüp, kişilerarası güven unsuru yıkılmıştır. Bütün bunlar sonunda devletin, tekin (bireyin) hayatına müdahalelerini daha da kolaylaştırmıştır.
Bu süreç içerisinde çocukluk-gençlik dönemleri kurumlaştırılmış; çocuklar belirli ve sabit kuralların hüküm sürdüğü "eğitim yuvaları"na doldurulmuşlardır. İnsanın, dünyayı tanıdığı, neşeli oyunlarıyla metabolik anlamda en çok enerji tükettiği büyüme dönemi olan çocukluk çağı anaokulları ve ilkokullarda denetim altına alınmış ve kısılmış; gençlerin yetişkin hayatı ile doğrudan teması ve gözlemleyerek öğrenimi, lise adı verilen ve büyük çarklara dişli yetiştiren fabrikalar ile engellenmiştir.
Bu zamana kadarki dinsel yahut ataerkil yönergelerle yozlaşmasına karşın, ortaklaşmacı bir yaşama tarzının son kalıntılarını içeren çekirdek aile de, devletçe çıkarılan yasalar ile son yumruğu yemiş; günümüz ailesine dönüşmüştür. Devletin (uygulayarak ya da üzerine tehditler savurarak) kullandığı "yasal zor kullanma hakkı"nın da etkisiyle artık ataerkil yönergelerin despot babası, devletsel hükümler gereğince çocuklarını devletçe tekelleşmiş kurumlara teslim ederek tüm gereksinimlerini karşılamak zorunda kalmıştır.
Adından da anlaşıldığı üzere müfredatı ve tüzüğü devletçe belirlenen bu okullar devletin ihtiyacı doğrultusunda çalışır. Temel nokta olarak eleştirel düşüncelere dayanan özgür kişilik oluşumlarını daha çekirdekten ezmekle birlikte, amacı mevcut tahakkümün hiyerarşik yapısındaki gedikleri yamamaktır. Askeri ya da ekonomik, her tür devletlerarası savaşta güç kaynağı olan "insan", eğitimdeki yeni stratejilerle beyni yıkanıp gereken mevkilere yerleştirilmiştir. Sıcak savaş anında askeri okullar dolarken, irticai faaliyetler 8 yıllık zorunlu eğitimi, buna karşın kapitalist devlet anlayışı her mahalleye bir işletme fakültesini getirmiştir.
Az önce tanımladığımız eğitim kavramı din-devlet okulları ve ataerkil törelerin yanısıra, tahakkümün hissedildiği hemen her ortamda gözlemlenebilir. Otoriter sol, milliyeti ya da dinci örgütlenmeler, sempozyum ya da forum adını verdikleri toplantılarda "potansiyel militanlara" onlar için gerekli olan yahut olmayan bilgiler ışığında kader çizdirir. Ortaya konmuş bir ideolojiyi rahat bir hiyerarşik zirvede oturup izleyenler ve bunun için sorgulamadan savaşan insanlar olarak ayrılabilirler. Arkadaş çevresi olarak adlandırılan (fakat paylaşımcı, dayanışmacı özelliklerin asla gerçekçi ve sürekli olmadığı) ortamlarda popüler kişiler gizliden gizliye lidersi pozisyonlara sahip olurlar. Kimi zaman sosyal karakterler bu kişilerin sözleri kanun alınarak çizilir.
Günlük yaşamda (daha önce görülmemiş bir sorunla karşılaşıldığında "içinden geldiği gibi davran" tarzı telkinlerle kişinin gönüllü davrandığını sandığı; fakat bir yöne doğru eğitimin dayatılmış olduğu gibi paradoksların da arkasında) kişinin eğitilip kendisi olmaktan çıkışının farkedilmez kusursuzluğu da yatmaktadır. Eğitilmiş kişi kendi duyguları ile hareket ettiğinin bilincindedir; ancak duygularının tepeden tırnağa kontrol edildiğinin bilincine varamaz.
Günümüzde devletçi ağızlardan, derinlikleri sorgulanmamış bir şekilde işittiğimiz okul eğitiminin ders müfredatı, üniforma, dört duvar arası sorunları ve ilgili "eğitim reçeteleri"ne karşın, biz anarşistler, okulu istediğimiz saatte pijamayla gelemediğimiz ya da meşhur sivrisineğin sindirim sistemini sevmediğimiz için reddetmiyoruz. Biz eğitimin her şekline her alanda "eğitim" olduğu için karşı duruyor ve bu yazıyı okuyan herkesi niçin eğitildiğini derinlemesine sorgulamaya çağırıyoruz.
Eğitimin demokrasi üzerine olsa anti-demokratik, anarşi üzerine olsa anti-özgürlükçü olacağı yargısını özellikle vurgulayan biz anarşistler, eğitimi insanların "temel yapılarını" biçimlendiren, "hayat açısından değer taşıma" kavramını belirleyen bir döngü olarak algılıyor ve onu hayatın her alanında reddediyoruz.
Münferit vakadır yaşamlarımız, geçiştirilir.
Aslında şu an hissettiklerimi bir sürü saçma sapan edebi kalıpla anlatmam gerek. Ama bazen insan sözün en iyisini veya en iyisi olmasını umut ettiği sözü bulur. Nifak, zamanında öyle bir yazmış ki; başka başka cümlelerle anlatıp ukalalık etmenin hiç bir anlamı yok.
----
Gün doğmak üzeredir artık ve gün yine... Ben vakti gelmiştir yine yeniden; acıların, yalnızlıkların, tutunamamalarımın diye, sessizce kalkarım, iğreti döşekten. Sen, uykunun en güzel yerinde... Sen, uykuların en güzelinde... Çay vardır muhakkak ve ekmek ve belki peynirde... Bu söküşe layık olmalıdır şu iki lokma ve sigarayı keyiflendirmelidir.Sonra seheri deli gibi içine çekerim. Sonra sonra, senli sabahları nasılda deli özlerim.
Nasıl ki sakladıysam seni, en gizli ütopyalarımın el-göz değmemiş kuytu köşelerine, ona has "belki bir gün" hayalleri ve acılar ile gömerim tütünün öz halini ciğerlerime. Ve bu öz sayesinde belirir; dudak çatlaklarımda ki, bir garip mors alfabesi ile yazılmış o acemi ve hep yarım dizeler. O hayaller ve acılar ile ilişmek isterim, en derin ve en huzurlu uykularına. Bir köşesinde sessiz sedasız durmak, engin ve alın teri duruluğundaki yüzünün. Göz bebeklerimden sırf sana özel damıttığım isyanımla ferahlatmak belki seni...
Vay anasını seyirciler; Bakınız kentte uyanmakta! Utanmadan, korkmadan, arsızca ve yine... Her ortamın yengesi.... "busabah, sabahsa bende kutsal bakireyim" demekte sanki. Neden sonra; denize, göğe ve uzaklara düşünce gözlerim, görünür ki bu yansımalarda; kaybolmuş hayallerin, unutmuş ümitleri çöplüğüdür onlar.
Uyanmaktasınız. Uyanıklığınızın nefesi kirletmekte günü. Şu dak'kadan sonra benim olmaktan çok uzaktır bu gün. Çekip giderim az sonra, farketmezsiniz ilkin. Belki sonra aç kalırda yavan ekmeğinize katık etmek isterseniz yoksunluğunu duyarsınız yokluğumun. Dostlar da yanımdan gelir ve bir de dönmezsek geri, yokluğumuzda anlarsınız ki; Bu şehirdeki en harbi okey ıstakasından, en kral rakı masasından çok daha delikanlıdır yüreklerimiz.
Biz... Biz var ya biz; kaybettiğiniz dolmuş parası oluruz, dolmuşa bindiğinizde farkedersiniz. manitanızın telefon numarası oluruz, en çok ihtiyacınız olduğu anda unuttuğunuz. Geceleri en acayip rüyalarınız oluruz ve sabah vakti hatırlayamamanın sıkıntısı...
Sen varken bizim olmayan ve biz varken anlaşılamayan, biz hep böyle bir hoş oluruz; ortamlarda nifak tohumu, yukarı mahallede dış mihrak... Yürek atışlarımız huzursuzluk yaratır; münferit vakadır yaşamlarımız, geçiştirilir.
-----
Şurada kaynağı.
Şu ana kadar internette fazlasıyla yazı okudum. Ama en sevdiğim yazı hep aynı kaldı. Kıvanç'ın bundan her ne kadar haberi olmasa da, "Fi tarihinden yazmaları.." başlıklı yazısı pek bir içime işledi. Baktım ki ne zaman değişik bir oluş ile karşı karşıya kalsam açıp o yazıyı okuyorum. Bu blog'a da koyayım, güzel bir iş yapayım dedim.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Fi tarihinden yazmaları..
Bu gece oturalım takılalım dedik biraz.. iş-güç zaten boka sarmış, son kuruşları da biraya bayılalım..
Önce bi görüşmem vardı akşam üzeri onu hallediyim dedim..
benim yaptıgım isi yapsanız (ki umarım yapmıyosunuzdur) kapitalizmden 3-5 kat daha nefret edersiniz.. ve ama önce kendinizden.. önce ve önce kendinizden.. cünkü onların belkemigi siz olacaksınız.. artık sistemin güçlü dişililerinden biri olacaksınız.. mc donalds’ta garson olmak gibi ya da otopark mafyası olmak........................ ama daha igrenç..
Mobeseler! Bu gözlerde; hepiniz, sevdikleriniz, köpeginiz ya da tasıdıgınız Migros torbası bile şüphelidir..
Ekip otosu sadece bir numaraya bakarak sizin gelmişinizi-geçmisinizi bilir...
Bankamatikler sizi annenizden daha iyi tanır..
Ve o cok masum akbilleriniz; onları boynunuza asın çünkü onlar sizin haçlarınız, nelere kadir olduklarını bir bilseniz!
Masum telefon görüşmeleriniz ise artık tanrınız; biraz daha ibadet edin!
Emlak fiyatlarının neden hep katlanarak yükseldigini merak ettiniz mi? Muhakkak.. yükselir, çünkü bana verdiklerinin bir kac mislini kazanmak zorundalar..
Eskiden dısarıda yemek yemenin daha ucuz oldugunu düsünenlerden misiniz? Öyleyse garsonların yahut kasiyerlerin ellerinde ki digital adisyonlara bir bakın ve bize göz kırpın, lcd ekranda, sharkhack ile beraber size pis pis sırıtıyor olacagız..
Sizi bütün bu digital pisliklerin icine ben bulastırırım.. yalnız degilim, sharkhack’de bunun icin var gücü ile ugrasır, yani benim yoldaşımdır! O olmasa bir yanım eksik kalıdır =) ..
ve aramızda bunun icin tayin edilmis ciddi kalabalıkta bir ekip var bilesiniz..
Sizleri ne icin pazarladıgımız biliyor musunuz? Ucuz bir ev kirası, biraz yemek, biraz sigara, biraz sikiş ve bir miktarda alkol karsılıgında.............
.............................................................................................................
Gariptir, biz size küfredince kızarsınız.. “amına koyim” dedigimizde kızdınız, halbu ki amınızdan-*ö*ü*üzden daha önemli yerlerinizi deştik hep.. ama kimse bunları sormaz.. sormadınız hiç.. halbuki pek iyi de bilirdiniz.. çünkü siz de bizim yoldaşımızsınız...
hayır yanlıs anlamayın! Bu sefer (en azından bu sefer – ve belki de istisna olarak-) maraza cıkarmak icin yazmıyorum bunları.. sadece asli görevimi, nifak tohumu ekmeyi, bir borc olarak –sakince- ve belki de son kez yerine getiriyorum.. bu borcum sizden cokta kendimedir sanırım..
bu gece, artık sayamadıgım bilmem kac günlük uykusuzlugun, bilmem kac günlük sarhoslugun ve bi o kadar mayhoslugun, kırgınlıgın, bıkkınlıgın vb vb vb vb etkisiyle ne kadarını yapabiliyosam yapmaya calısıcam..
ne oldugunuz hic merak ettiniz mi? Baskasını bilemem ama ben hep merak ettim? Su koca yasamın icin de kıymetsiz assagılık varlıklarız.. ben degilim deme sakın; önce sen!
Dogru durust yaptıgımız hiçbir şey yoktur bizim; bizler sadece cebizimize baskalarının cebinden aktardıgımız para kadar yasarız... ve nedense bu hırsızlık degilidir.. halbuki karsılıgını hayatlarımız ile ödedigimiz bir seyler de var.. onlar icin; almak istediklerimiz hep ayıp karsılarız.. ya da biz karsılamasakta kalabalıklar öyle görür ki, bunun karsısına cıkmaya acıkcası götümüz yemez.. hep baska planlarımız vardır! Şu badireyi de bi atlatsak biz yapacagımızı biliyoruzdur.. o ******** badireleri hiç bitmez... liseyi bitirmek, üniversiteyi kazanmak, bir iş sahibi olmak, KENDİ paramızı harcamak, kablolu tv almak, vcd izlemek...
Zamanla nefret ettigimiz o şey olurz..sistem olurz..
Bizler sistemiz.. buna muhalif degiliz.. tarafında bile degiliz.. eger tarafında olmayı basarabilmis olsaydık kendimizi, anarsizim, nihilizm, komünizm, inançlar, paradigmlar, aciller, bilinçler, söylemler içinde kaybetmezdik.. belki tatminsizlik yasadıgımız noktalarda hobilerimiz olurdu bunlar... yoksa zaten öyle mi?????
Baskalarının yanlıs oldugunu düşünmekten baska bi bok yaptıgımız yok, muhakkak ki söylediklerimiz dosdogrudur.
Eminim senin yasadıgın hayat hepimizden fazla yorucudur, surda ki kaltak gercekten zor bir dönem geçiriyordur, şu orospucocugu ise hayatının bir gününü bile gülümseyerek harcıyacak tasarrufa hiç sahip olmamıştır... sen cok farklı seyler düşünüyorsun ama kimse anlamıyor.. benimse kafamda gercekten cevaplar ama ah bir anlaya bilsen!
Kimse beni anlamıyor, kimse seni sevmiyor, kimse kafasını kullanamıyor!!!!!!
Bi’siktir olup gider misiniz? İçiniz deki şizofrenlerinize böyle deyiverin bir gün; Bi’siktir olup gider misiniz?
Çünkü bu sözlerin hiç biri size ait degil.. bunlar sizin kafa karışıklıgınız..
Ama şanslı oldugumuzu düşünüyorum, en azından kafamız karışık.. gerçekten çok ama çok karışık...
Kafa karışıklıgı nedir????
Soru sormayan mahlukatın kafası karışmaz... ben etrafımda kafası karışık insanlar görüyorum.. o kadar karışık ki düzgün cümleler bile kuramıyorlar..
Ama bu iyi bir sebep degil.. yeterince iyi degil..................
Şimdi baskasını siktir edin.. yapayalnızız(hep oldu gibi aslında) ne olur ki beni de o düzinelerce alt kimliklerinizden birinin altına bir defaya mahsus koysanız.. sen zaten bunları hep yapıyorsun.. bu oyunu bir kez de benimle oyna.. ben senin yarattıgın şizolardan biri olayım...
Bunu yapın.. bu zor ya da zararlı degil.. ben bunu yapıyorum.. sonra biz olduk.. çünkü baktım ki bu oyunu(!) oynuyan sadece ben degilim.. keyif alanlar da cıktı arada onlarda katıldı... düsünün ki FRP oynuyoruz burada..
Tek kural su; soru sormak ve tahrik etmek! Herkez bir digerinin hayalinde yarattıgı biri.. cevap bulmak yahut tatmin etmek yok.. sorular ve tahrikler var.. eger cevap bulmaya yaklasan biri olursa onu yoldan saptırın çünkü cevaplar durumlar yaratır.. oysaki benim istedigim durumlar degil oluşlar!.. ben kaos istiyorum................ eminim ki sen de istiyorsun.. yoksa sakin ve kendinceleyin kaldıgın zamanlar boşuna mı umut ediyoruz gökyüzünden??
Simdi hep beraber konusalım...
...............
baskalarından daha coguna sahip oldugum icin onları hor gördüm... “daha cok”tan aklıma sadece para mı geliyor... oysa fazlası var... daha cok bilgim var... isterik yazarların yazdıgı kitapların hepsini okudum.. daha cok sayfa...
daha fazla rahatlık istedigim icin beraber yasadıgım insanı türlü saçma bahanelerle ezdim.. çünkü bunun için imkanım vardı..
şansım yaver gitmiş olmalı ki, bir düzen tutturdum ama bunu kimseyle paylasamamam.. cünkü hep isterler.. oysa ben kazandım bu siktiklerimi.. alınteri döktüm emek sarfettim...
tüm bunlara sahip oluncaya kadar neler cektim sen biliyo musun?
.............................
sana bişey söyliyim mi? Bu gece şu piçlerle içerken düşündüm de, Budha bir orospuçocuguydu.. zenginlikten aldıgı zevkler ona yetmemiş olmalı ki fakirliğede el attı, çünkü muhakkak onda da hazlar olmalıydı..
ama yetmedi.. tüm hazlara bir ömür yetmezdi.. reankarne yumurtlanmalıydı.....
sonsuzluk daha fazla sonsuzluk.....
bana bak..
yalan oldugunu biliyorsun
..................................................................
bilgiyle daha cok gercege ulasa biliriz.. bilgiyle daha cok erdeme ulasa bilirz.... eminim daha cok bilgiyle daha cok soruya cevap bulabiliriz..
ama o siktigim bilgi olmasaydı ulaşmak isteyecegimiz pekde birsey kalmıycaktı aslında...
acıkcası bana kendi bokumuzla oynuyomusuz gibi geliyor; yalan mı? (temizse yalarım –şaka şaka-)
...............
bizler varlıgını hazmedemeyen zavallı mahlukatlarız... iki ayagımız olmasını, tırnaklarımızın yumusak olmasını, kaslarımızın zayıf, kemiklerimizin kırılgan olmasını hazmedemiyoruz... hep baskası ve hatta baskaları olmak istiyoruz.. hayallerimizi eminim ki bu süslüyor.. söz gelimi nasıl bir anarşi düşülüyorum? Aslına bakarsan bu düşledigim dünya da sen yoksun.. siz yoksunuz.. dogrusu ben bile yokum; o yüzden, sana, size ve kendime saldırıyorum... ama o düşü kuran diger kimligimi korumam lazım... öyleyse belli ki ben senden farklıyım..
senin beni anlamaman teknik bir aksaklık!
Senden nefret ediyorum!!!....
.....................
ben tarihin aydınlanmış sakat piçiyim...
ben milyonlarca peygamberim...
ben soru sorabilme yetisiyim...
ben eger durdugum yeri hazmedebilirsem çok afili bir ucubeyim...
ben ucubeyim....
...................................
ben ne olmalıyım biliyomusun?
para kazanmaktan fazlası olmam lazım... yemek yemek için, barınmak için, içmek için, sevişmek için, kendimi daha iyi göstermek için bir bahane bulup para kazanmaktan ve güçlü gözükmeye calısmaktan daha fazlası olmalıyım...
ben sadece üşümek ve açlık kadar olsam da bunlar sadece benim eksigimmiş gibi kayrılacak kadar degilim..
sadece benim eksigim olsa dahi yalnız kalacak kadar degilim..
yalnız kalacak dahi olsam oldugumdan azı ya da fazlası degilim..
aç, soguk, çıplak kalsam dahi, bir cumhurbaskanından daha azı yada fazlası degilim..
baskalarını -iyi ya da kötü- durdukları yere göre algılayacak degilim... çünkü her yaşam birbirine denktir.. çünkü hiç birimiz; ne şu saatte çokca para harcayan bir kopil, ne çöp toplayan bir fakir, ne kazanc hesabı yapan bir zelil biribirinden baska degil...
çünkü: sadece yasadıklarımız kadar baskayken hiçbir şey yasadıgımız yok...
tamami ile sentetiğiz....
ama ben bir gerzegim..
bi terliksi kadar bile degilim.. ki o terliksiyi hor görürü gibi durduguma bakma... onun gerçek bi hayatı var.. yıldız takımları kadar gerçektir...
ticaret yapıyorum ama işçi sınıfın sorunlarına care düşünüyorum.. oysaki sorun işçi sınıfı... ben istanbulda avakado yemek zorunda degilim.. moskovadaki götlegin biri muz yememeli.. eger yersek sınıflar olusacak.. bunu biliyorum ama canım muz cekiyor, canım biraz daha avakado...
Anamur’daki cocukların muzunu yemeliyim, cünkü onlar okuyacak ve iş adamı olacak... ve yahut kapıcı... ben muz yemeliyim ki Antalya da hiçbir apartman kapıcısız kalmasın..apartman sakinlerinin işlerine gitmeden önce kapılarında ekmek-gazete ve sigara görmeleri lazım.. eminim ki iş verimleri yükselecektir... eger daha temiz su içmek istersem bunun karsılıgında Suriye de hizbullah militanları yetiştirmem lazım.. kışın sıcak bir o da da üremem için çeçenyada birilerinin ölmesi muhakkakki olagandır... iyi bir kenevirle kafa olmam için kadın ticaretine göz yummalıyım...
Daha az calısma saati istiyorum ama neden calısma saati istiyorum diye hiç düşünmedim.. halende düşünmüyorum!! bi ara engin bilgim ve yüksek zekam bunada cevap bulacaktır...
Küresel eylemler benim kanımı costuruyor ama küresel olan neden benimkini yalıyormus gibi hissediyorum bilmiyorum... küresel olan herseyi seviyorum.. daha kalabalik olan herseyi seviyorum... ben yalniz degilim.. sana yemin ederim degilim.. ve sana yemin ederim uzayda da yalnız degiliz!
Biliyor musun; telefonum dinleniyor?.. bu beni tatmin ediyor.. evet yalnız degilim.. yaptıklarımı hiçbir zaman tek başıma yapmıyorum...eminim birileri buna tanık oluyordur!
Nesin sen? Kendi başına bir hiç misin? Hep birden fazla mı gezersin? Yoksa gercekten sevişirken yataga annenle-babanla beraber mi giriyosun?
Sen eminim tuvallettede uzun süre kalamıyorsundur.. yoksa tanrın helaları lanetlerken, bunu mu düşünmüştü? Sen mi hatırlattın yoksa?
Birilerini ölmesi, birilerinin içeri atılması, birilerinin buluşacak biyer tayin etmesi neden bizi erekte ediyor?
Acıkcası bu kadar cok insan birbirinin kafasını karıstıramıyorsa topunuz yanın derim... bu hayal arkadaslarınzdan hepsini unutun ve artık büyüyelim...
Ya da sıkılmayalım artık.. bir sebep bulalım... birilerine bakmadan.. düşüncelerini söyle.. kimse seni hor göremez.. kimse bunu yapmayacak.. herkes seni dinliyor..
Başkalarına anlatamadıklarınla beslenir sıkıntı, büyür içinde. Yazmak en etkili ruh ilacı. Kimse okumadan yok edebilirsin. Söylediğini söylemedim diyemezsin ama. Bazen yazmak da para etmez. Çünkü tanığın yoktur. Vurursun kendini ordan oraya. Bu arada şansın varsa, utanılacak şeyler yaparsın, yüz kızartıcı. Artık suçlusun, herkesin önünde. Yalnız değilsin. Aklın varsa, suçluluğunun tadına varmak için, kendini savunmaya da kalkma!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder